DOĞRULUK VEYA SAPIKLIĞA ÇAĞRIDA BULUNMAK
Âyetler
قال تعالى: { وَلَا يَصُدُّنَّكَ
عَنْ آيَاتِ اللَّهِ بَعْدَ إِذْ أُنزِلَتْ إِلَيْكَ وَادْعُ إِلَى رَبِّكَ وَلَا
تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ } .
1. “Sen
Rabbine davet et.” Kasas sûresi (28), 87
Âyet-i kerîmenin tamamının anlamı şöyledir: “Allah’ın âyetleri sana
indirildikten sonra, o inkârcılar seni tebliğden alıkoymasın. Sen Rabbine
çağır, sakın Allah’a ortak koşanlardan olma.”
Bütün peygamberlerin birinci derecedeki görevi, dâvet, yani insanları
Allah’ın yoluna çağırma olarak kabul edilir. Mü’minlerin vazifesi, dine dâveti
her zaman ve her şartta yerine getirmek sûretiyle peygamberlerin görevlerini
sürekli kılmaktır. Ümmet, kıyamete kadar bu sorumluluğun altındadır. Değişen ve
gelişen dünya şartları içinde, tebliğ vazifesinin ihmali söz konusu olamaz. İslâm’ı
bütün çağlarda ve dünya coğrafyasının her köşesinde tebliğ etmenin şartları,
usül ve üslûbu, insanların içinde yaşadığı yeni durumlar muvâcehesinde değişse
de, duraklaması, vazgeçilmesi veya geçiştirilmesi düşünülemez. Bugün, İslâm
toplumlarının en büyük eksikliği, düzenli ve sistemli bir tebliğ teşkilâtından
mahrum oluşları, ferdî gayretlerle yetinerek, toplu tebliğ yollarını
aramayışlarıdır. Fakat Allah’a dâvet, gücünün yettiği ölçüde, her mü’minin
görevidir.
وقال تعالى: { ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ
بِالْمُهْتَدِينَ } .
Âyet-i kerîmenin devamında şöyle buyurulur: “Onlarla mücadeleni en
güzel bir usul ile yap. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir,
doğru yolda olanları da en iyi O bilir.”
Bu âyet-i kerîme, dine dâvetin usül ve üslûbu ile ilgili temel düsturun
nasıl olması gerektiğini bize öğretmektedir. İnsanlara güzel söz ve güler yüzle
yaklaşmak dinimizin temel prensibidir. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır”
atasözümüz bu gerçeği ne kadar veciz bir şekilde ortaya koyar! Dine
dâvet ve Allah’a çağırma metodumuz, Kur’an’ın emir ve tavsiyeleri, Resûl-i Ekrem
Efendimiz’in uygulamaları doğrultusunda olursa gerçekçi yaklaşımı
sağlayabiliriz. Genel strateji budur; ancak îkazın, uyarının ve bazı kere
sertliğin hiç olmayacağı söylenemez. Bunun da yeri, ölçüsü ve şekli Kur’an ve
Sünnet sınırları içinde belirlenir.
Hikmet, öncelikle Kur’an ve Sünnet’in şaşmaz hakikatleridir.
Bunların açıklanmasına yardımcı olan her doğru söz, hak ve hakikati açıklayan
her delil, şüpheleri ortadan kaldıran her gerçek, hikmetin içine girer. O
halde, öncelikle İslâm’ı iyi öğrenmek, kavramak ve hayata yansıtmak gerekir.
Güzel öğüt (mev’ıze-i hasene), olaylardan çıkarılan güzel
dersler, ibretler; endişe ve korku verici sonuçlardan sakındırmadır. Kur’an ve
Sünnet’te bunun pek çok örneklerine rastlarız. Kişi, kendisine anlatılanların,
lehine ve kendi faydasına olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Hangi çeşit
hareketin ve davranışın, nasıl bir sonuç doğuracağını görür ve bilir. Bu
sebeple Kur’ân-ı Kerîm, doğru ve yanlışın neler olduğunu bize öğretir. Doğrunun
karşılığının mükâfat, yanlışın karşılığının da ceza olduğunu haber verir. Bütün
bunları bilerek Allah’a dâvet, en iyi mücâdele tarzıdır.
وقال تعالى: { وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ
وَالتَّقْوَى } .
3. “İyilik
ve takvada yardımlaşın.” Mâide sûresi (5), 2
İslâm’ın emrettiği her şey ve hayrın her türlüsü iyiliktir. Takvâ,
Allah Teâlâ’nın haram kıldığı, yasakladığı işlenilmesinden hoşnut olmadığı
şeyleri terketmekle ulaşılan mertebedir.
Bu iyi ve güzel hasletlere sahip olma, onları daha ileriye götürme
hususunda birbirimizle yardımlaşmamız emrolunmuştur. Buna karşılık, günah
işlemek, haddi aşmak ve bir konuda aşırı gitmek hususunda yardımlaşmaktan
kaçınmamız gerektiği de âyetin devamında emredilir. Bundan sonraki “İyilik
Ve Takvâda Yardımlaşmak” bölümünde bu konu âyetler ve hadisler ışığında etraflıca
ele alınacaktır.
وقال تعالى: { وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ
إِلَى الْخَيْرِ } .
4.
“Aranızdan iyiliğe, hayra çağıran bir topluluk bulunsun.” Âl-i İmrân sûresi
(3), 104
Âyet-i kerîmenin tamamının anlamı şöyledir: “Sizden iyiliğe çağıran,
doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir topluluk olsun. İşte başarıya
erişenler yalnız onlardır.”
Topluluk diye tercüme ettiğimiz “ümmet” tabiri, vasfı
itibariyle, sıradan bir topluluğu değil, insanlığın öncüsü olan, çeşitli mezhep
ve grupları içinde toplayan, kendisine uyulan örnek bir topluluğu ifade eder.
Bu topluluğun en küçük nümûnesi câmideki cemaat olduğu için, onların en önünde
duran ve kendisine cemaatin uyduğu kişiye de, imam denilir. İmam ve ümmet
kelimeleri aynı kökten türemiştir. Camide cemaatin önderi sayılan ve kendisine
uyularak arkasında namaz kılınana imam denildiği gibi, ümmetin başında bulunan
kişiye yani devlet başkanına da imam denilir. Ümmet, bir imam yani bir
lider etrafında şekillenmiş en büyük cemaatin adıdır.
İyilik ve hayra dâvet eden, emir bi’l-marûf ve nehiy ani’l-münker
görevi yapan bir topluluk, bir cemaat oluşturulması, bir lider, önder
çıkarılması, dinimizin, imandan sonra bizden istediği pek önemli bir görevdir.
İyiliğe dâvet etme görevini yerine getirebilen müslümanlar, başarıya
ulaşır, kurtuluşa ererler. Bu görev, farz-ı kifâyedir. Bu yapılmıyor ve
yerine getirilmiyorsa, hiç bir müslüman kendini sorumluluktan kurtaramaz. Her
müslümanın görevi, böyle bir ümmeti ve imameti teşekkül ettirme azim ve gayreti
içinde olmaktır. Tevhid nizamı bozulunca ortaya çıkan belâlar ve musibetler
sadece zâlimlere isâbet etmekle kalmayıp bütün topluma sirayet etmektedir.
İslâm ümmeti, uzun zamandan beri bu musibetleri yaşamaktadır. Ümidimiz,
musibetlerin uyanma ve şuurlanmaya vesile olmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder